3 Aralık 2012 Pazartesi

JAMES ALLEN - DÜŞÜNCENİN GÜCÜ


‘Düşüncenin gücü’ isimli kitabın 1900’lü yılların başında yazıldığı göz önünde bulundurulursa , gerçekten dönemi itibariyle çığır açan bir kitap olmalı. Günümüzde bile çoğu kişi düşünce gücü. enerji gibi konulara saçmalık ve çılgınlık gözü ile bakarken, o dönemde bunları kaleme almak gerçek bir öngörü ve cesaret ister diye düşünüyorum. Bu yönüyle takdire şayan ancak benim düşüncem, kitap için ‘ Tüm zamanların en iyi 10 kitabından biri.’ yorumu yapan Og Mandino ile aynı değil.
Okuyan başka kişilerin kitabı beğendiğini biliyorum. Bu konuda bilimsel açıklama ve araştırmalara yer veren kitaplar benim için daha ilgi çekici. Eğer sizde bu tarz kitapları okumaktan zevk alıyorsanız, bu kitapta bahsedilen konuları, verilen öğütleri kesinlikle başka kitaplarda okumuşsunuzdur bu nedenle okuyun diye tavsiye edemiyorum.
Tabiki her insandan, her kitaptan öğrenebileceğimiz birşeyler olduğu gibi bu kitapta da benim hoşuma giden kısımlar var. Zaten çok kalın bir kitap değil dolayısıyla çok uzatmadan beğendiğim noktalara geliyorum.
Her sabah kalktığınızda bu cümleyi okursanız, daha mutlu ve huzurlu bir insan olursunuz diye düşünüyorum: Her ruh kendisinde olanı çeker ve ona ait olmayan hiçbirşey ona gelmez.
Özellikle iş hayatında demotive olduğunuz anlarda aklınıza getirmeniz gereken bir mantra olabilecek ‘Sağlam bir inanç ile yıkılmaz bir amacın elinden hiçbir şey kurtulmaz’ cümlesi.
Bu tespite ise ben de çok inanıyorum ve aslında çevremde ve bazen kendi hayatımda gözlemliyorum diyebilirim. Allen, ‘Bencil ve rahatsız edici düşünceler, başka zihinlerdeki kötülüğü harekete geçiren ve arttıran kötü ve yıkıcı enerjiler, katlanarak size geri dönen kötülüğün taşıyıcılarıdır.’ demiş.
Son olarak kapanışı aşağıdaki cümlesi ile yapıyorum çünkü şu sıralar bu cümle motivasyonumu arttıran bir cümle olduğundan, kendisini seviyorum ve benimsiyorum J
‘Akılsızlar diler ve şikayet ederler, akıllılar ise çalışır ve beklerler.’

21 Kasım 2012 Çarşamba

JASON FRIED & DAVID HEINEMEIER HANSSON - SİL BAŞTAN


Kendi işinizi yapıyorsanız ya da iş yapmayı düşünüyorsanız ‘Sil Baştan’ ‘ı kesin okuyun. Ama bir yerde çalışmayı planlıyorsanız ya da girişimci ruhunuz yoksa okumayın, çünkü ben diyorum işte diyeceğiniz fikirler mevcut ve size ben burda harcanıyorum hissiyatına sokabilir.

‘Sil baştan ile iş hayatıyla ilgili tüm bildiklerinizi unutun’ diyor kitabın kapağında. Okuyun farklı bir bakış açısı yakalayın. Kanımca revize etmek isteyeceğiniz iş yapış metodlarınız olabilir, benim doğru bulduğum noktalar çok. Ama konservatif bir yapınız varsa, bu Türkiye’de işlemez de diyebilirsiniz. Yine de okuyun ve farklı bakış açılarını değerlendirme konusunda vizyoner olun derim.

Gelelim kitapta beğendiğim ve size aktarmak istediğim noktalara:

Harvard Business araştırmasına göre başarıyı yakalamış girişimcilerin tekrar başarılı olma ihtimali %34 iken hüsrana uğramış olanların, ilk defa şirket kuranlar ile aynı ihtimale sahip olmaları, yani %23.

Yalın anlatımın iş yaparken önemli olduğunu söylemiş, ben buna katılıyorum süslü, kafa karıştırıcı briefler, cümleler, kampanyalar yerine net olmak hedefe ulaşmanızı kolaylaştırıyor. Burdan da anlayacağınız üzere kitabın dili gayet yalın, net ve direk. Ben bu tip yazı diline sahip yazarları ve kitapları seviyorum çünkü rahat okunuyor, hızlı bitiyor ve size maksimum faydayı sağlıyor.

Bir işi yaparken Jason Fried ve David Heinemeier Hansson sayesinde edindiğim bir kontrol listesi var:

  1. Bunu neden yapıyorum?
  2. Hangi sorunu çözüyorum?
  3. Gerçekten işe yarar birşey yapıyor muyum?
  4. Değer katıyor muyum?
  5. İnsanların davranışlarını değiştirir mi?
  6. Daha kolay bir yolu var mı?
  7. Bunun yerine ne yapabilirdim?
  8. Buna gerçekten değer mi?

İkinci madde kurumsal hayattaki tecrübelerimde benim kendime çok sık sorduğum bir soruydu ve departmanlar arası gösteriş amaçlı hazırlanan sunumlar da en çok sinirimi bozanlardı.

Kitapta bölünmelerden uzak durum diyor. Konsantre çalışacağınız zamanı ve alanı kendinize ayırın diyor ki bence bu Türkiye’deki çoğu şirketin sorunlarından. Gereksiz toplantılar, mail trafiği, tam bir işe başlamışken çalan telefon ve gereksiz talepler; günün verimsiz geçmesinin başlıca sebeplerinden.

‘Yeterince iyi, iyidir.’ diyor bu çoğu insanın işin içine girince unuttuğu, hırslarının ağır bastığı bir konu. Daha iyi, en iyi olmalı diye düşünüyor insan. Halbuki iyi mükemmele dönüşebilir ama hiç başlamamış bir işin mükemmele dönüşme şansı da yoktur. Burda çözüm yazarın tabiriyle Judovari usulü yani en az gayret ile en çok işi yapmak.

Hız iyidir diyor, bundan ‘Google ne yapardı’ kitabında da bahsediliyor. Hata yapacaksanız bile hızlı yapın ve hızlı telafi edin! Yaptığınız iş ne kadar çabuk müşterilerin eline geçerse o kadar iyi çünkü.

Güzel bir tavsiye var yine. Ben aslında bunu uyguluyorum ama uygulamayın dediği yöntemi de şirketlerimde uyguluyorduk. Bundan sonra uygulamak isteyenlere uygulamayalım diyeceğim çünkü yazarın dediği gibi bazen şuursuz yönetici ya da patronlar herşey hemen olsun istediğinden herşeyi birinci sıraya koyabiliyorlar.
Uzun lafın kısası diyorki: Öncelik listesi yaparken numaralandırma ve etiketleme yapmayın; en öncelikli olanı listenin en tepesine koyarak yukarıdan aşağıya yazın. Aksi takdirde bir süru bir ve iki numaralı işiniz olabilir.

Başka kitaplarda bunu yapmayın denen birşeyi bu kitap yapın diyor. Normalde söylenen rakibinizi kötülemeyindir ama bu kitap diyorki rakibinizin işe yaramaz olduğunu, zayıf yanları olduğunu düşünüyorsanız bunu bağıra bağıra söyleyin. Örnek olarak şunu vermiş: Audi reklamında, ‘Audi kullanıcıları arabalarını nasıl park edeceğini bilir,’ sloganı geçiyor ve bunla Lexus’un otomatik park sistemine gönderme yapıyor. Benim çok sevdiğim reklamlardan biri de Türkiye’de ya kaldırılan ya da sadece belli kanallarda gösterilen BMW ve Mercedes reklamı. Susurluk kazasından sonra BMW’nin şöyle bir reklamı vardı. Bir BMW da göremeyecekleriniz:
Pedalların orda yumurta topuklu bir ayakkabı. Başka bir versiyonunda vites kolunda bir tespih, başka bir versiyonunda bagajda silah. Kabul ediyorum biraz iddialı ve fazla vurucu ama kendinden konuşturur. Bir diğer aklımda kalan yurt dışında metroda gördüğüm reklamda, Pepsi Max ve Coca Cola Zero reklamı. Metro noktaları gibi bir çizelge yapmışlar ve Zero’yu sıfır noktasına koyup, Max’ı maksimum noktasına koymuşlar. Her ne kadar Zero bağımlısı bir insan olsamda, takdiri hakeden bir reklam bence.

Konuyu fazla dağıtmadan dönelim kitaba. Bu tavsiyeyi şöyle destekliyor. Çatışma insanları heyecanlandırır ve taraf tutma ihtiyacı doğurur. E tabi bu durumda size de tutanlar olacaktır.

Başka alışmadığımız bir tavsiye: Müşterilere kulak vermeyin diyor. Yani daha doğrusu onları dinleyin ve sonra o kağıtları bir kenara atın diyor. Zaten gerçekten değerlendirmeye almanız gereken bir konu ise tekrar tekrar karşınıza çıkacağından size unutma şansı ya da geri bildirim formlarına dönüp bakma gerekliliği kalmayacaktır.

Henry Ford’un güzel bir sözü ile de bu tezini destekliyor.
‘Müşterilere kulak verseydim, üreteceğim şey daha hızlı giden bir at olurdu.’

Yine genel teamüle ters bir tavsiyesi: İş yapış şeklinizi saklamayın bu konuda şefleri örnek alın. Biz bunu yapıyoruz, Zappos”da bunu yaptı diyor. Yani ne yapıyor? Neyi  nasıl yaptığını açıklıyor. Niye şef benzetmesi yapmış derseniz, açıklama şu şekilde. Bildiğiniz şeflere bakın, bunlar televizyonda, internette tariflerini ve kendi sırlarını açıklayan şefler. Bunu yaparken yöntemlerimi çalarlar korkuları yok; çünkü sadece bilmek bazı şeyleri yapmak ve başarmak için yeterli değil. Heleki sadece kopya çekerek yapmaya çalışılıyorsa.
Bu arada gerçekten Zappos case study olarak anlatılabilecek bir şirket. ‘Mutluluk dağıtmak’ isimli kitabı okudum, ilerleyen günlerde notlarımı toparladığımda onla ilgili de yazacağım.

Şimdi benim alanımla yani pazarlama ile ilgili bir konuda sıra ve bu benim de anlatmaya çalıştığım bir konu oldu hep. Pazarlama bir bölüm değildir. Şirketin bütünü pazarlamanın konuları içine girer.
Bu söz bana ait değil, bir şirket ceo sunun ya da pazarlama gurusunun sözü, yine bir kitapta okumuştum ve mantıklı gelmişti. Diyordu ki: Pazarlama, pazarlamacılara bırakılamayacak kadar önemlidir.

Mağaza personelinizin müşterilere davranışı. Santralinizin telefonu açışı. Montaj, sevk personelinizin kılık kıyafeti. Geri iade prosedürünüz. Üretim kısmının yeşil enerjiye bakışı vs vs. Pazarlamayı ilgilendiren, etkileyen konular.

Ve son olarak çalışma saatleri, çalışan verimliliği ve motivasyonu ile ilgili şunu söylüyor ki bugün 50 patrona sorsam hem fikir olanların sayısı kanımca Türkiye’de 10’u geçmez. Saat beş oldumu çalışanlarınızı evlerine yollayın diyor. Türkiye’de ise ne kadar çok ofiste kalıp çalışıyorsanız ya da çalışıyor gözüküyorsanız o kadar iyi çalışansınızdır.  İnsanların bütün hayatlarının işleri olmasını istemeyin tavsiyesini veriyor, bencede bütün gün çalışan nörd bir personeldense, sosyal hayatı olan, dışardaki hayattan birşeyler öğrenen, trendleri takip eden kişiler şirketlere daha çok şey katabilirler.
Esnek, huzurlu, kişilerin kendi planlarını yapabilecekleri kadar insiyatif verilen işyerlerinde bence çalışanlar işlerine daha bağlı ve yaratıcı oluyorlar.
Yine de okumak, değerlendirmek ve uygulamak size kalmış. Ama benim tavsiyem alışılmış iş kitaplarının dışına çıkıp ‘Sil baştan’ ‘ ı okumanız.

19 Kasım 2012 Pazartesi

PAUL EKMAN - YALAN SÖYLEDİĞİMİ NASIL ANLADIN?!


Yalan söylediğimi nasıl anladın?! Kitabının yazarı Paul Ekman söylemesi benim haddime olmamak ile beraber çok önemli bir akademisyen ve araştırmacı. Sosyal psikolojiye ilgi duyanlar için kitap kesinlikle okunması gereken bir kitap ama şunu belirtmeliyim ki dili çok akıcı değil. Bazı bölümlerde fazla derinlemesine bilgi verebiliyor ya da tekrar bilgileri ile sizi zorlayabiliyor.

Genel olarak içerikte ilgimi çeken ve sizinle paylaşmak istediğim noktalara gelince:

Duygularımızın bizi sıkıntıya soktuğu 3 durum olduğunu ve bunların hangisini yaşadığımızı tespit etmemiz gerektiğini söylüyor:

1.     Haklıyızdır ama gereğinden fazla tepki veririz.
2.     Haklıyızdır ama gereğinden az tepki veririz yani olmamış gibi davranırız.
3.     Tamamen hissetmemiz gerekenden farklı bir duyguyu hissederiz ve en tehlikelisi de bu 3. modelmiş.

Kitabın genel olarak iki amacı var:
Hangi durumlarda nasıl tepkiler verdiğimiz konusunda farkındalık sahibi olmamız. Böylece diğer insanlarla daha sağlıklı iletişim kurmak için yanlış tepkilerimizin hangi sinyaller ile başladığını tespit ederek, doğru davranmamızı sağlayabileceğimizi söylüyor, ve diğer insanların mimiklerini gözlemleyerek ne hissettiklerini çözmek doğru mu yalan mı söylediklerini anlamak.

İkinci madde ile ilgili işimizi kolaylaştırmak adına Edgar Allan Poe bir tavsiyede bulunuyor: Karşınızdakinin ne düşündüğünü kestirmek için, onun yüz ifadesini takının diyor.

Daha önceden de başka bir kitap özetinde konusu geçmişti. ‘Mutluluk üzerine çeşitlemeler’ kitabında da yazar diyordu ki: İnsanlar mutlu oldukları için gülmezler, güldükleri için mutlu olurlar. Burda biraz abartma olduğunu özetin ilerki bölümlerinde göreceğiz zaten ama bu şu demek, yaptığınız mimik duygusal durumunuzu etkilemekte. Bu nedenle sabahları kalktığınızda, ayna karşısında birkaç dakika gülme egzersizi yaparsanız kendinizi gerçekten mutlu hissedeceğinizi göreceksiniz.

Duygusal tepkilerimizi yaratan oto değerlendirmeler var ve bilgilerimiz bu oto değerlendirmelerin önüne geçemiyor.
Bu da insanların beden ve mimikleri ile kendilerini ele vermelerinin sebeplerinden biri. Nasıl yani derseniz? Uçurumun kenarında çit olduğunu bilmeniz, o uçurumun yanına yaklaştığınızda korkmamanız için yeterli bir sebep değil. Avuçlarınızın içi yine de terleyebilir, kalbiniz hızlı atabilir, ellerinizin ısısı azalabilir. Yeri gelmişken çok bilindik bir konu olmak ile beraber korku anında neden ellerimizin ısısının azaldığını tekrar hatırlatayım, kaçmak için beyniniz bacaklara giden kanı arttırıyor ve ellerinizin ısısı düşüyor.
Buna benzer diğer bir örnek seyrettiğiniz korku filminin sadece film olduğunu biliyorsunuz ama yine de korkmaktan kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Evet kontrollü bir insansanız bunu bir noktaya kadar engelleyebiliyorsunuz ama ileride bahsedeceğim mikro ifadeler ile yine de bu korku belirtilerinizi saniyenin 1/5 i gibi bir sürede de olsa gösteriyorsunuz.

Demin bahsettiğim otomatik değerlendirmelerin ortaya çıktığının farkında olursak, örneğin sinirlenmeye ya da korkmaya başladığınızda sizin bedeninizin nasıl tepki vermeye başladığını keşfedebilirseniz, daha fazla tercih yapabilecek şekilde mantığınızı da işin içine katarak karar verebiliyorsunuz. Kitapta bazı yogilerin zamanı uzatıp, esnetebilerek otomatik değerlendirmelerin meydana çıktığı birkaç salisede bilinçli tercih yapabilmek için kendilerini eğittiğinden bahsediyor. Budist’ler de meditatif pratikler ile dürtü farkındalığına ulaşabileceklerini düşünüyorlarmış.

Kitap öfke, kızgınlık terimlerinin yanı sıra agoni teriminden de sık sık bahsediyor. Açıkca ben bu kavramı yeni duydum. Agoni kitapta; şiddetli ıstırap anlamında kullanılmış ama araştırdığım kadarıyla tıpta solunumun ve kalp atımlarının düzensizleşmesi, el ve ayakların soğuması gibi yaşam belirtilerinin giderek zayıfladığı ölümden önceki durum anlamında da kullanılıyor ki yanlış bir bilgi ise yorumlarınız ile düzeltmeniz beni memnun eder.

Kitapta kullanılan anlamıyla agoniyi kızgınlık, öfkeden ayıran diğer özellikler olarak karşı çıkma tavrı ve uzun süreli üzüntü hali belirtilmiş.

İnsanların agoni duygusunu, kayıplarını anlayamayacak kişilerin yanında yaşayamadıkları söylenmiş ve bu araştırmalar ile gözlemlenmiş. Örnek olarak çocuğunun öldüğü söylenen kadın ağlamaya kendi köyüne dönünce başlamış, çünkü ordaki insanların kendi acısını paylaşabileceğini düşünmüş.

Kitapta genel olarak kızgınlık, mutluluk, üzüntü, şaşkınlık, korku, iğrenme ifadelerine yer verilmiş. Tabi üzüntü konu olunca ölüm ile ilgili örnekler mevcut. Kişinin yakınını ani bir biçimde kaybettiyse mesela trafik kazası gibi, uzun yıllar ölen kişi ile konuştuğunu ve ondan cevap aldığını düşünebilirmiş.

Bazı insanların acıklı hikayeleri, filmleri sevdiğinden bazı insanların ise üzüntü ve agoni duygularından hiç haz etmediğinden bahsedilmiş. Bu haz etmeyen insanların ağırlıklı olarak hayatlarında birini kaybetmiş kişiler olabileceğini söylüyor, çünkü bu kişiler başkalarını önemseyip, onlarla ilgilenmek  konusunda kendilerini daha fazla kontrol ediyorlar ki, tekrar bir kayıp anında savunmasız kalmasınlar, Bu kişiler genel olarak bağlılık ve sadakat gerektiren durumlardan kacan kişiler olabiliyormuş ki ben buna %100 inananlardanım.

Genel çıkarımlardan sonra farklı hissiyatların yüzde meydana getirdiği mimikleri görebilmemiz için resimler ile örnekler vermiş ve hangi durumda hangi kasın ne şekilde hareket ettiğini belirtmiş.

Mesela; üzüntü durumunda kaşlar içerden dışarıya doğru açı yapıyor. Bu istemsiz olarak yapılması zor bir hareket olduğundan karşınızdaki kişi bu şekilde bir mimik yaptığında üzgün olduğuna güvenebilirsiniz.

Kızgınlık anında dudakların kırmızı alanı geriliyor ve inceliyor. Kontrol edilmeye çalışıldığında dudaklar bastırılıyor, kontrol edilmeyende açık. Alt ve üst göz kapakları geriliyor ve alt kısım torba yapmış gibi gözüküyor.

İğrenme ile ilgili de bahsedilen konulara değinmek gerekirse; insanların en çok sapkın davranış gösteren kişilerden ve kendi bedenlerinden çıktıktan sonra bedene ait dışkı ve atıklardan iğrendiklerini araştırmalar sonucu bulmuşlar.

Bu konuda bir dip not: 4-7 yaş arası çocuklarda iğrenme duygusu henüz oturmamış oluyor. Çekirgeli sütü içmek, kendi dışkıları ile oynamak konusunda bir çekinceleri olmuyor, ama 7 yaşından sonra bunu yapmaya devam ediyorlarsa bir sorun var demek.

Ve ‘Büyüleme’ kitabının özetinde bahsettiğim bir konu burda da karşıma çıktı. Orda yapmacık gülümsemeye Pan Smile denmişti. Yani kaz ayaklarını kullanmadan, ağız çevresi ile yapılan gülümseme. Burda da yıllar önce Duchenne’nin keşfettiği bu içten gülümseye Duchenne adı veriliyor. Duchenne gülümsemesi yapıldığında kişi gerçekten mutlu çünkü kullanılan göz çevresi kaslarını irade ile hareket ettirmek çok zor, ancak insanlarin %10’u bu kaslarını istemli olarak hareket ettirebiliyor. Göz kası ile gülündüğünde beynin sol temporal kısmı etkileşiyor ama dudak çevresi ile gülündüğünde etkileşmiyor. Ve en önemlisi hayatında daha fazla Duchenne gülümsemesine yer veren insanlar daha başarılı ve mutlu insanlar oluyorlar.
Burda şöyle bir araştırmadan bahsetmiş. Kolej yıllığında kaz ayakları ile gülmüş kişilerin otuz yıl sonraki durumları diğerleri ile karşılaştırılmış ve daha az sıkıntıya sahip oldukları, genel duygu ve fiziksel açıdan daha iyi durumda oldukları tespit edilmiş.

Genelim mikro ifadelere. Bu ifadelerin iki durumda ortaya çıktığı düşünülüyor.

1.     Bastırma (repression) : Kişi bilinçli olarak baskılar.
2.     Baskılama ( suppression): Kişi gerçekte ne hissettiğini bilmiyordur.

Asıl mimikten hemen önce 1/5 saniyeliğine kendini belli ediyor ve sonra kayboluyor. Amerika’da havaalanlarında insanları gözlemleyen güvenlik görevlileri, sorgulama avukatları, konsolosluklardaki vize görevlileri bu 1/5 saniyede ortaya çıkan mikro ifadeleri çözümlemek için Paul Ekman ve ekibinden eğitim alan kişiler. Böylece kişiler mimiklerini kontrol etmekte iyi olsalarda bu ilk ortaya çıkan mikro ifadeler ile kendilerini ele veriyorlar. Ama Paul Ekman burda bir konunun altını defalarca çizmiş. Bir insan yalan söylediğini düşünmenize sebep olacak bu mikro ifadeleri gösterse bile aslında suçlu olmayabilir. Söylediğinden farklı mimik sergilemesinin farklı sebepleri olabilir. Örneğin, eşinizin yalan söylediğini düşünüyorsunuz ve mimikleri de şüpheli, aslında sizin ona inanmayacağınızı düşündüğünden endişe duyup şüpheli davranışlar sergileyebilir. Ya da hava alanında şüpheli davranan kişileri detaylı sorguladıklarında aslında evden çıkarken ocağın altını kapayıp kapamadıklarını düşündükleri için şüpheli tavırlar sergiledikleri ortaya çıkmış. Dolayısıyla Ekman diyorki bu şüpheli tavırların üzerine gidin ama farklı sebepleri olabileceğini de göz ardı etmeyin. Durumu kendi içinde değerlendirin.

Mikro mimiklerden sonra bastırılmak istenen duyguları en çok hangi ifadeler ile kişilerin örtmeye çalıştığına dair tüyolar vermiş.
Çünkü bir ifadeyi boş bir yüzle maskelemek en zoru. Örneğin ıstırabı, neşe ile kapatmak. Korkuyu kızgınlıkla maskelemek daha kolay. Halk arasında bir insanın gereğinden fazla neşeli halinin sinirleri bozuk olduğundan kaynaklanabileceği düşünebiliyor. Keza bu tutarsız mutluluk hali aslında hipomani hastalığının göstergesi de olabiliyor.

Son olarak yapmacık tavırların en belirgin özelliği asimetrik oluşu diyorum ve yazımı sonlandırıyorum. Eğer bu konulara ilgi duyuyorsanız kitaplığınızda olması gereken bir kitap.
Kendinizi bu alanda geliştirmek için kitabın arkasında testleri de yapabilirsiniz.

11 Kasım 2012 Pazar

PIERRE FRANCKH - REZONANS KANUNU & DOĞRU İSTERSEN OLUR

Pierre Franckh’ın iki kitabının yorumunu beraber yapmanın daha mantıklı olduğunu düşünüyorum: ‘Rezonan Kanunu’ ve ‘Doğru İstersen Olur’. Rezonans Kanunu kitabını okumanızı tavsiye ederim ancak ‘Doğru İstersen Olur’ da farklı bir bilgi bulamayacağınız için, benim fikrim okumanın pek gerekli olmadığı. Ancak yorumlarımı eklemek istedim çünkü ‘Rezonans Kanunu’ ile ilgili pozitif yorumlarım ‘Doğru İstersen Olur’ hakkında da pozitif yorumlara sahip olduğum izlenimini uyandırabilir ve açıkcası bu fikirlerimi doğru yansıtmış olmazdı.

Rezonans: Eko, yankı, titreşim demek. Beynimiz ve kalbimiz bişeyler düşündüğümüzde, istediğimizde rezonans yayıyor.  İnsan beyni mevcut ışık yelpazesinin sadece %8’ini görmemizi sağlayabilecek kapasitedeymiş, dolayısıyla çıplak göz ile farkına varmadığımız enerjilerin çevremizde olması çok normal.
Mantık olarak secret’da quantum’da tanıştığımız, bize anlatılan kavramlardan farklı kavramlar anlatmamak ile beraber; bu kitabın farklı yanı, birşeyi beynimiz ile istediğimiz ve kalbimiz ile istediğimizde ortaya çıkan enerjisel fark. Beynimiz aktiviteleri için sinyalleri kalbimizden alıyor. Kalbin elektrik akımı, beyinde oluşandan 60 kez daha kuvvetli. Manyetik alanı ise 5000 kat kuvvetli. Bu bilimsel araştırmalar ile ispatlanmış.

Bilinçsiz olarak saniyede beynimiz etrafımızda oluşan olaylardan 11.000 kareyi, anektodu algılıyor ve depoluyor, bilinçli olarak ise sadece 9 adet.
Benzer olan şeylerin birbirini çektiğini söylüyor. Bu durumda Franckh’a göre, negatif düşüncelerimiz benzer negatif durumları ve pozitif  düşüncelerimiz de benzer pozitif durumları çektiğinden; her zaman söylendiği gibi doğru düşünmek ve doğru istemek çok önemli. Ve tabi beynimizin sürekli kayıtta olduğunu ve biz fark etmeden bilinç altımıza sinyallerin gittiğini düşünürseniz, doğru yerde olmak, doğru çevrelerde bulunmakta önemli hale geliyor.

Kitap ince ve kolay okunan bir kitap. Yazar kendi başından geçen örneklere ve nasıl doğru isteneceğine dair bilgilere de veriyor. Rezonans kitabı başucu kitabı olabilecek bir kitap. Alıp okumanız, arada sırada tekrar göz gezdirmeniz, hiçbir işe yaramasa bile hayata karşı sizi gaza getirip, isteklerinizin peşinde koşmanıza sebep olabilir ama başta da dediğim gibi ‘Doğru İstersen Olur’ bana göre tam bir fiyasko.

Son olarak kitapta Albert Einstein’in bir sözüne yer verilmiş, bende kapanışı bu söz ile yapmak istedim.
‘Önyargıları yıkmak atomu parçalamaktan daha zordur.’