23 Nisan 2013 Salı

STEFANO D'ANNO - TANRILAR OKULU


Sonunda bitti, aslında başladığında hiç böyle değildi, resmen her fırsatta okumak istiyor kalın olmasına rağmen heryere taşıyor, bitecek diye korkuyordum ama ya sonra…

‘Tanrılar Okulu’ ilgili hikayenin başlangıcı da biraz değişik aslında. Yaklaşık 2 yıl evvel ‘Tanrılar Okulu’ kitabını aldım ama daha 20-30 sayfa okuduktan sonra bu ne saçma bir kitap dedim ve rafa kaldırdım. Sonra bir arkadaşımla konuşurken bu kitabı almak istediğini söyledi, bende kitaplığımdaki kitapları numaralandıran, arşivimde olsun diye başkalarından ödünç bile kitap almayıp, kesin satın alan ve hatta geri alamayacağım insanlara asla kitap vermeyen biri olarak benimkini al, ben kesin okumam bu kitabı dedim. Tabi hiçbir zaman büyük konuşmamak gerekliymiş bunu da tekrar görmüş oldum :) Sonra başka bir arkadaşım ‘Akra’daki El Yazması’ kitabından bahsederken asıl başucu kitabım ‘Tanrılar Okulu’ dedi. O zaman dedimki, acaba bende mi bir gariplik var da ben bu kitaptan nefret ettim; ve hemen ortağımla kitapçının yolunu tuttuk. O ikimize de hediye olarak birer adet ‘Tanrılar Okulu’ aldı.

Bu arada özellikle bu kitabı alırken de başımıza geldiği için söylemek istiyorum. Kitaplarınızı internetten aldığınızda inanılmaz fiyat fark ediyor, evet bazen biraz uzun sürüyor ya da dolaşmaya çıktığınızda kitapları karıştırıp, eve elinizde kitap ve dergilerle gelmek sizi mutlu hissettiriyor olabilir, aynı bende olduğu gibi ama fiyat olarak gerçekten çok fark ediyor. Aynı paraya birçok kitap aldığınızda da emin olun çok mutlu oluyorsunuz. Yine mağazalardan bakın, inceleyin ama tavsiyem eve gelip internetten sipariş edin.

Neyse konuyu dağıtmayayım. Tabi hemen eve geldim ve kitabı okumaya başladım ve önceki okumamda hiç dikkatimi çekmeyen tanıtım yazısında birşey dikkatimi çekti.
‘Hayat tıpkı bana yaptığı gibi sizi de, bir mengenede soluğunuz kesilinceye kadar sıktığında, sizi içinden çıkamayacağınız hayalkırıklıklarına uğrattığında ve hiçbir çıkış yolu bulamadığınızda…İşte ancak o zaman bu Kitap, bir anda elinize geçecek ve size bulacaktır.’ dedim tamam bu aralar bir yol göstericiye de ihtiyacım var ve başladım okumaya.

‘Düş varolan en gerçek şeydir’ gibi basit bir cümle ile başladık. Altını dolduran açıklamalar, dili ve kurgusu sayesinde her sayfada beni daha da meraka düşürüyor ve bir sonuç bulacakmışım gibi sonuna ulaşmak için durmadan okumama neden oluyordu. Bunun yanısıra benim de hep şikayet ettiğim noktaları destekleyen söylemler kitabı daha çok sevmeme neden oldu. Mesela: ‘Yoksulluk kişinin kendi sınırlarını görememesidir. Hoşlanmadığı ve yapmayı seçmediği bir iş karşılığında kendi yaratıcılık hakkından vazgeçmesidir.’ Evet bu tam da benim defalarca çoğu kişinin çalışmak isteyeceği şirketlerden ayrılışımı açıklıyordu. İçimdeki girişimci ruhu tam da devreye sokmuş emekleme aşamasındaki internet sitemiz BirHediyenVar.com ile ilgilenirken, bu tam da beni motive edecek ve duymak istediğim söylemlerden biriydi.
Sonra ‘Hep aynı olaylarla karşılaşıyorsun çünkü sende hiçbir şey değişmiyor.’ bu söylemi de duyunca evet ben bu sefer bir girişimde bulundum sonucu farklı olucak gazını da aldım.

İnsanın dışarıdan alması gereken hiçbir şey yoktur; ne yiyecek, ne bilgi, ne de mutluluk. Kendisi dışında herhangi bir şeye bağımlı olmamak, onun doğuştan gelen hakkıdır. İnsan, kendi aklı, kendi iradesi ve kendi ışığı ile kendisini içinden besleyip geliştirebilir’ diyor.

Peki söylemler güzel de bu kitap ne anlatıyor derseniz. Hayatta aslında başarılı bir şirkette yönetici olan, başarılı bir adamın nasıl da kendi potansiyelini kullanamadan hayatında hatalar yaptığını ve bu süre zarfında Dreamer’ın ona verdiği, gösterdiği hayat derslerinden yola çıkarak demin verdiğim örneklerden de anlayacağınız üzere herkesin ihtiyacına yönelik olarak farklı birşey anlatıyor.

İnsanın ne yapabiliyorsa ne yapamıyorsa aslında tamamının kendinden kaynaklandığını, hataların ve başarıların sebeplerini dışarda aramamak gerektiğini felsefi bir dille roman kurgusunda aktarmış.

Stoacı söylemler var: ‘There is no better designer than nature.’, ‘Gördüğümüz ve dokunduğumuz herşey bir görünmeyenden gelir.’ gibi.

Benim beğendiğim bir hikaye de var kitapta geçen: Narcissos’un masalı, dünyanın bir kurbanı olan insan metaforu.
Kendine değil, salt bir yansıması olduğunu anlamadığı sudaki görüntüsüne aşık olup, kendisi dışında bir varlık gördüğüne inanmış ve ona ulaşmak için suya düşüp ölmüş.
Kendimiz dışındaki birşeye aşık olup kendi varlığımıza olan inancı unutmak, bu hikayenin anafikri gibi bizi yaşarken ölüme götürebilir.

Başlamışken kitaptan çıkardığım fikir ve not aldığım güzel söylemler ile devam etmek istiyorum. Yaşamda yenilgi diye birşey yoktur, sadece sonuçların getirdiği etkiler vardır.
Hatırlarsanız ya da okuduysanız bu fikrin aynısından ‘Akra’da bulunan el yazması’ kitabının yorumunda da bahsetmiştim. ‘Doğanın döngüsünde, zafer veya yenilgi diye bir şey yoktur, yalnızca devinim vardır.’ şeklindeydi.

Birde size bir kelimeden bahsetmek istiyorum kitapta sıkça geçiyor, oyunculuk, sinema ile yakından ilgilenenler muhtemelen biliyordur ama ben bu konularda biraz zayıfım :( Antagonist: Kurguda ana karakteri (protagonist) engellemekle yükümlü kişi; asıl karakterin zıttı. Normal hayatta düşünerek bulamayacağımız doğruları, elde edemediğimiz tecrübeleri bize gösteren karşıt kişi.

Kelime konusuna girmişken bir kelime ile ilgili daha bilgi vermek istiyorum. Amor, ölümün olmaması, ölümsüzlük demek ve Roma’nın yazımının burdan geldiğinden bahsetmiş yazar. Yani anlayacağınız Roma’yı ölümsüz şehir olarak tanımlıyor.

Sonra kitapla ilgili başka enteresan bir anımı daha paylaşmak istiyorum. Kitabı okumaya devam ederken, ertesi gün katıldığımız bir girişim projeleri yarışmasında ilk 15 seçilecekti.
Bir anda kitapta bu kelimelerin yazıldığı cümleler parladı. ‘Bir ‘girişimci’ zaten ‘düş’ e doğru yol alan kişidir. Bahiste itibarını ortaya koymaktan çekinmeyen ve kalıplarla önceden kurulmuş dengeleri kırıp, çok daha elverişli olanları yaratarak gerçekliği değiştirmek gücüne sahip bir isyancıdır.’ e bunda ne var diyebilirsiniz; o an için sadece kararlarımın doğruluğuna inanmama sebep oluyordu. Ertesi gün açıklanacak salona gittik sunum başlamak üzere; katılan herkes girişimde bulunanlar, girişimde bulunmayı planlayanlar ve onlara yatırım yapacaklar. Ve ilk slide geldi Stefano D’Anna’dan girişimcilik ile ilgili bir söz 50-60 punto ile ekranda tam karşımda! Dedim tamam bu bir işaret ilk 15 firma içindeyiz :) Evet gerçekten ilk 15 firma içinde olsaydık anlattığım hikaye daha etkileyeci olabilirdi ama malesef sadece 1500 girişimden ilk 40’a girmiştik.

Sonra ‘Dünya sen böyle olduğun için böyledir.’ ve ‘İnsan, anladığı kadardır.’ demiş yazar. Gerçekten temeline çok anlam yüklenebilecek, 2 saf, süssüz, duyduğunuzda sıradan düşündüğünüzde derin diyebileceğiniz cümleler.

En beğendiğim ve düşündükçe evet doğru ya dediğim iki alıntı ile de bu kitap yorumunu bitiriyorum. ‘Kusursuzluk asla kendini tekrarlamaz çünkü sürekli olarak kendini aşar.’ ve ‘Oluşun aritmetiğinde 2 yarım bir bütün etmez, bu yokluğun karesidir.’

Bu kitabı okumaya başladığınızda birşey sizi iterse hemen bırakın, şuan kesinlikle ihtiyacınız yok demektir. Ve emin olun o şartlar altında bu kitabı okumak özellikle bir noktadan sonra eziyet olabilir, çünkü sonlara doğru biraz fazla tekrar işin içine girmeye başlıyor, bu noktalarda bile bırakan kişiler gördüm, ve sonlara doğru ee hadi artık ne olacaksa olsun çözülsün artık demeye başlıyorsunuz.
Ama gerçekten ihtiyacınız olan bir dönemdeyseniz, 1/4’ünü bile okuduğunuzda aydınlanma yaşamaya başlayabilirsiniz.

17 Nisan 2013 Çarşamba

PAULO COELHO - AKRA'DA BULUNAN ELYAZMASI


‘Akra’da bulunan elyazması’ okuduğum diyemem ama belki de yazdığım  kitap yorumları arasında üzülerek söylüyorum ki benim için en okuması gereksiz olan kitaplardan. Benim için diyorum çünkü burda altını çizmek istediğim önemli bir konu var. Bir kitabı okuduğunuz dönemdeki ruh haliniz, hayattan beklentileriniz, olgunluğunuz o kitaptan aldıklarınızı ve o kitap hakkındaki düşüncelerinizi çok etkiliyor. Bu nedenle sevmeyip elinizden bıraktığınız bir kitabı yıllar sonra tekrar elinize alıp okuduğunuzda çok beğenebiliyorsunuz ki, sanırım bir sonra aktaracağım kitapta böyle bir örnek vereceğim.
Belki de bu kitabın insana kattıkları, öğrettikleri ile benim şu an ki beklentilerim örtüşmediği için bana okuması zaman kaybı gibi geldi, keza kitabı bir arkadaşım okuyordu ve okuma listemde çok kitap olmasına rağmen tavsiye ettiği için ön sıralara almıştım; bu da demek oluyor ki sizde onun gibi okuduğunuzda beğenebilirsiniz.
Kitap okuması kolay, ince bir kitap, soru cevap şeklinde ilerliyor dolayısıyla çok üzerinde düşünerek fazla kafa patlatmadan okunabilecek bir kitap.
Bu ara hızlı okuma kursuna başladığım için mi çok hızlı okuyup iki gecede bitirdim bilmiyorum ama normal şartlarda da çok uzun süreceğini sanmıyorum J
Simyacı benim gerçekten çok severek okuduğum ve beğendiğim bir kitap. Paulo Coelho hakkında olumsuz birşey yazmak da benim haddim değil, ancak bu kitap için kendisini ekstra övemeyeceğim.
Kitabın içeriğinden kısaca bahsetmek gerekirse, ertesi gün düşmanla karşı karşıya gelecek olan halk, kıpti dedikleri Yunanlı’yı dinlemek için meydanda oturur ve ona bazı felsefik sorular sorarlar. Burda bir parantez açmak istiyorum, ‘Kıpti’ kelimesinin anlamını ben çingene olarak  bilirdim ama aslında Yunanca bir kelime olan aigyptos’tan geliyormuş. Aigyptos da eski Mısır’ın başkenti olan hikaptah kelimesinin bir türeviymiş. Günümüzde “kıpt”i kelimesi Hıristiyan Mısırlılar’ı tarif etmekteymiş.

Kıptiye sorulan sorulardan bazılarını kısaca sıralamak istiyorum belki onun bakış açı ile cevaplarını almak istedikleriniz varsa ilginize çeker.

Yenilgi nedir?
Mağlup kime denir?
Yalnızlık nedir?
Hayatımı değiştirmekten hep korktum
Güzellik nedir?
Hangi yöne gitmeliyim?
Cinsellik nedir?
Hayatta kalanlar çocuklarına ne öğüt vermeil?
Zarafet nedir?
Mucize nedir?
Neden endişe içinde yaşıyoruz? Ve bunun gibi  birkaç soru daha.

Benim bu soruların cevaplarından beğendiğim ve kendime hatırlamak için seçtiklerimde aşağıdakiler.
Doğanın döngüsünde, zafer veya yenilgi diye bir şey yoktur, yalnızca devinim vardır.
Hayatta asla yalnız kalmayan kişiler, kendilerine yabancılaşır.
Yaşamın mucizesini anlayan kişilerin hayatında sevgi ve yalnızlık beraber huzur içinde yaşayıp gider.

Okursanız ve farklı yorumlarınız olursa, bana da bakış açısı katması için paylaşırsanız memnun olurum J

13 Nisan 2013 Cumartesi

GARY SMALL & GIGI VORGAN - BİR PSİKİYATRİSTİN GİZLİ DEFTERİ

Psikolojiden hoşlanıyorsanız ‘Bir psikiyatristin gizli defteri’ isimli kiyabı tavsiye ederim ama zaten bu alanda çok kitap okuduysanız size çok şey katar mı bilmiyorum. Fakat olaylara nasıl farklı bir bakış açısıyla bakılacağını, geniş bir perspektiften nasıl değerlendirileceğini iyi anlattığı kesin.  Böyle bir kitapta çok sıradan hikayeler olması çoğu insan tarafından vasat olarak nitelenmesine sebep olacağından, tahmin edeceğiniz üzere sık karşılaşılmayan hikayelere yer verilmiş.
Ağır psikolojik terimlerden, kuramlardan, kavramlardan bahsetmediğinden  okuması kolay ve dil oldukça akıcı bir dile sahip.

Kitaptan aktarabileceğim şeyler dikkatimi ve ilgimi çeken hikayeler.
Mesela akşamüstleri zihin bulunması şikayetiyle giden bir hastası, çok yoğun bir iş programı olduğundan Dr.Gary’yi kendi ofisine çağırıyor. Dr geldiğinde adam squash maçından yeni geliyor ve görüşme esnasında sık sık mini barına giderek su içiyor. Dr. aşırı su tüketiminden hastanın su zehirlenmesi yaşayıp, kanındaki sodyum değerinin düşmesi sonucu zihin bulanıklığı yaşıyor olabileceğini düşünüyor ve hemen hemşireyi çağırarak kan testi istiyorlar ve tam isabet.  Tabi burda anlatırken çok etkileyici gelmemekle beraber zihin bulanmasına sebep olabilecek bir sürü sebep varken, doktorun buna sebep olan bu kadar sıradışı bir sebebi bulması kitapta çök daha güzel anlatılmış. Kitapta anlatılan hikayelerin ikisinde doctor hastanın kendi ortamına gidiyor. O yıllarda bu durum garip karşılanmasa da geçmişte hastanın ayağına doktorun gitmesi pek hoş karşılanmazmış; fakat Dr Gary kişiyi kendi ortamında gözlemlemenin tedavi açısından çok faydalı olduğuna dikkat çekiyor. İnsanlar kendi ortamlarında daha rahat hissettiklerinden daha rahat açılıyorlarmış ya da olayı çözümlemede bazı ip uçları yakalanabiliyormuş.

Konu ile alakasız ama kitabın bir yerinde ‘Amerika’nın en iyi semtlerinde telefon her zaman daha az çeker.’ gibi bir cümle geçiyor bu Amerika’da da daha gelişmiş, daha zengin ve bilinçli insanların oturduğu semtlerde baz istasyonu kurulumlarının az olduğunun bir göstergesi bence ve işin içine para ve güç girince sosyal adaletin nasılda ortadan kaybolduğunun da bir göstergesi.

Diğer bir ilgimi çeken hikaye anoreksiyanın farklı bir versiyonu ile ilgili. Adamın biri kısa bir dönem içinde defalarca sol elini yaralayıp hastaneye geliyor ve her seferinde elinin kesilmesine gerek olup olmadığını soruyor, bilinçli acil servis doktoru acil serviste nöbet tutan bizim Dr Gary’yi çağırıyor. Biraz olayı incelediklerinde aslında adamın sol elini kendine ait hissetmediği ortaya çıkıyor ve doktorun rızası ve kararı ile kesilmesi için devamlı sol elini yaralıyor. Gerçekten dışardan bakıldığında hiçbir sorunu olmayan bir uzuvunu nasıl insanın kendine ait hissetmediği ve ondan kurtulmak istemesi bana garip geliyor, sanırım bu okuyan çoğu kişiye garip geliyordur. Ama daha enteresanı kilo takıntısı ile kendini her zaman kilolu gören kişilerin hastalığının temelinde de aslında aynı hastalığın olduğundan bahsediliyor. Burda farklı bir tartışma konusu da var bence. Kişiler beğenmedikleri burunlarını, yüzlerini, göğüslerini estetik ameliyatlarla değiştirdiklerinde bir sorun olmuyor ama kolunun kesilmesini istediğinde bir akıl hastalığı söz konusu oluyor. İki durumdan her hangi birini savunduğumdan değil ama baktığınızda bu hissiyatın, talebin limitleri nerede başlıyor ve bitiyor aslında ucu çok açık. Estetik ameliyatlarda tek fark o uzuvunuzu bu adamda olduğu gibi tamamen ortadan kaldırmış olmuyor ve fonksiyonunu yerine getirmesini engellemiş olmuyorsunuz; tek mantıklı sebep bu sanırım.

Son olarak uyku bozukluğu çekenler için çok genel bir bilgi olabilir. Kişi gecenin bir yarısı uyanıp, uyumakta zorluk çekiyorsa bu genellikle klinik depresyonmuş. Ama anksiyete sorunu olanlar genelde yattıklarında sakinleşmekte zorluk çektiklerinden, uykuya dalmakta zorluk çekiyorlarmış.

Ve bir iki hikayede geçen bence genel kültür anlamında bilinmesi güzel terimleri sizinle paylaşmak istiyorum.
Onyomani, alışveriş bağımlılığı.
Agorafobi, evden çıkma korkusu.

Öforik de mest edici demekmiş. Günün birinde mest kelimesini kullanmaktan sıkılırsanız öforik kelimesini kullanabilirsiniz.

Güzel ve bol okumalı bir pazar dilerim J